Bombalar eşliğinde İsrail ordusu Filistinlileri kaçmaya zorlarken, Shireen Abu Daher Gazze Şeridi'nin kuzeyindeki evini terk etmemek için direndi. Güneye doğru uzun bir yürüyüşün, hamile olduğu doğmamış bebeğine zarar vereceğinden korkuyordu. Ancak İsrail saldırıları yoğunlaştıkça, sonunda güneye kaçmak zorunda kaldı. 

Anne, Middle East Eye'a en kötü korkularının gerçekleştiği beş saatlik ölümcül yolculuğunu anlattı.


Adım Shireen Abu Daher, 40 yaşındayım ve Gazzeli üç çocuk annesi bir Filistinliyim. 

Gazze Şehri'nin kuzeyindeki Jabalia mülteci kampında yaşıyordum. 7 Ekim'de saldırıların başlamasından bu yana İsrail'in yoğun bombardımanı altında olan bir bölgeydi. 

Saldırılar sırasında mahallemiz bombalandı ve evimiz yıkıldı. Annem, babam ve kardeşlerim Jabalia'yı çoktan terk etmiş ve Refah'taki bir okula sığınmışlardı.

İlk başta bu yolculuğa çıkmaktan kaçındım çünkü hamileliğimin üçüncü ayındaydım. Son derece uzun ve tehlikeli olduğunu biliyordum. Bunun iyi bir seçim olacağını düşünmüyordum ama başka seçeneğim yoktu. 

Sonunda oraya kalabalık bir grupla gitmeye karar verdik. 

Aralık ayında kendim ve çocuklarım için iki sırt çantası ve yolculuk için biraz atıştırmalık ve su hazırlamıştım. 

Bir daha geri dönüp dönemeyeceğimi ya da doğmamış bebeğimin mahallemizin ve evimizin nasıl göründüğünü bilip bilmeyeceğini bilmeden ayrıldım. Duygularımı bir kenara bıraktım ve Gazze Şeridi'nin diğer tarafında beni nelerin beklediğini bilmeden kaçtım.

Yürüyüş sonsuz gibiydi. Sanki artık Gazze'de değilmişiz gibi hissediyorduk. Hiçbir şey tanınabilir görünmüyordu. Keskin nişancılar, tanklar ve askerlerle dolu çorak bir arazide, kitlesel yıkımın ortasında yürüyorduk. 

Dizimde protez olduğu ve hamile olduğum için diğerlerine yetişemiyordum. Dinlenmek için her saat başı durmak zorunda kaldım, bu da yolculuğu benim ve çocuklarım için daha da zorlaştırdı.

Yol boyunca İsrail tarafından inşa edilen kontrol noktasına ulaştığımızda, ben geçerken bip sesi çıkardı. 

Bunun protez dizim yüzünden olduğunu biliyordum ve askerlere de bunu söyledim ama umursamadılar. 

Diğer askerlerin bir tepenin üzerinde durduğu yere kadar yürümemi emrettiler. Sadece üç yaşındaki en küçük kızımı almama izin verdiler.   

Bensiz devam etmekten korkan diğer çocuklarım ağlamaya başladı. Ben tepeye doğru yürürken, askerler onlara hareket etmeleri ve beklememeleri için bağırdılar. Hemen yanımda bir keskin nişancı olduğu için hiçbir şey yapamadım. 

Askerler bana taşıdığım her şeyi bırakmamı ve ellerimi yukarıda tutmamı emretti. Hazırladığım sırt çantalarını bıraktım ve telefonumu aldılar. Ne suyum ne yiyeceğim ne de ailemle ya da çocuklarımla iletişim kurabileceğim herhangi bir yol vardı. 

Keskin nişancı silahını bize doğrulturken, askerler emirlerini verdiler: "Düz yürüyün, sağa dönün, sola dönün, durun, yürüyün, dönmeyin, ellerinizi yukarıda tutun."

Orada bekletilirken yağmur yağmaya başladı. 

Sonra kurdukları bir kum setine tırmanmam emredildi, bu set daha fazla askerin bulunduğu daha yüksek bir araziye çıkıyordu.  

Yukarı çıkarken düştüm. Bacaklarımdan aşağı sıcak kan geldiğini hissettim ama kontrol edemeyecek ya da bir şey söyleyemeyecek kadar korkmuştum.

Tepeye doğru yürürken kanamam devam etti. Onlara ulaştığımda bana tekrar beklememi söylediler.

Kanamam devam ederken yarım saat daha orada bekledim. Bu noktada herkes beni kanlar içinde görebiliyordu. 

Askerler insanları arıyor ve bazılarına kıyafetlerini çıkarmalarını emrediyordu. Benden de aynı şeyi yapmamı isteyeceklerinden korkuyordum. 

Bana baktıklarını, birbirleriyle konuştuklarını ve fotoğrafımı çektiklerini gördüm. 

Son derece utanmıştım. Kendimi o kadar güçsüz hissediyordum ki onlardan durmalarını isteyemiyor ya da bir doktora görünmem gerektiğini söyleyemiyordum. 

Sanki bu çok acımasız dünya etrafımda yıkılıyormuş gibi hissediyordum. 

Doğmamış bebeğimi düşündüm. Bebek böyle mi olacaktı? Daha cinsiyetini bile öğrenemeden ölmüştü. 

Ayrıca yanımda olan ve annesinin ne kadar zayıf ve korkmuş olduğuna tanıklık eden küçük kızımı da düşündüm. 

Bensiz kaçmak zorunda kalan iki oğlumu da düşünüyordum. Birlikte yürüyecek birini bulabildiler mi? Hâlâ ağlıyorlar mı? Herhangi biri vuruldu mu?

Bir süre sonra bir İsrail askeri bana Refah'a giden normal yola geri dönebileceğimi söyledi. 

Ağlayarak ve kanlar içinde tepeden aşağı indim. 

Çocuklarımı aramak için olabildiğince hızlı yürümeye devam ettim. Kontrol noktasını geçtikten sonra beni bekliyorlardı ve ağlıyorlardı. 

Sahip oldukları telefon da ellerinden alınmıştı. 

Onları gördüğümde birden yere yığıldım. Ağır kanamam vardı ve zorlukla hareket edebiliyordum.

Çocuklar beni kanlar içinde gördüklerinde dehşete kapıldılar. Vurulduğumu ve ölmek üzere olduğumu düşündüler. 

Eşek arabasındaki yaşlı bir adam beni gördü ve benim için üzüldü. Beni kardeşimin arabayla alabileceği güvenli bir yere götürmeyi teklif etti.

Onun telefonunu kullanarak kardeşimi aradım ve o da bizi Gazze Şeridi'nin merkezindeki Nuseyrat mülteci kampında karşıladı. 

Kardeşim bizi barındıkları okula götürdü, ardından da bir ambulans beni oradan alıp Birleşik Arap Emirlikleri hastanesine götürdü. 

Gazzeli baba suyla sahur yapan çocuklarının özlemiyle yaşıyor Gazzeli baba suyla sahur yapan çocuklarının özlemiyle yaşıyor

Çok fazla kan kaybettim ve vücudum çok zayıf düşmüştü. Doğmamış bebeğimi kaybettim. 

Başıma gelenlere dönüp baktığımda travma geçiriyorum ve çocuklarım da öyle. 

Bu şekilde yaşamak zorunda olmamalıyız. 

O ölümcül yolculuğa hiç çıkmak zorunda kalmasaydım bebeğim hayatta olacaktı.

Daily Ummah